Hak düşürücü süre özellikle medeni usul hukukumuzda kendisine önemli yer edinmiştir. Kanun koyucu belli başlı bazı hakların kullanımını belirli süreler ile kısıtlamaktadır. Bu süreler kanunda sayılmış olmakla beraber, hakkın bu sürede kullanılmaması halinde yalnızca hakkın dava edilebilirliği değil hakkın kendisi de son bulmaktadır.

 Bu özelliği ile hak düşürücü süre zamanaşımı müessesinden ayrılmaktadır. Hak düşürücü sürenin geçmesi ile hak sona ereceğinden, hak düşürücü süre savunması itiraz niteliğinde olup taraflarca yargılamanın her aşamasında ileri sürülebilmektedir. Bunun yanında, taraflar ileri sürmese dahi hakim re’sen inceleme yaparak hak düşürücü sürenin aşılıp aşılmadığını tespit edebilir. Hak düşürücü sürenin durması veya kesilmesi mümkün değildir.

Kanun koyucunun hakkın kullanımı süre şartına bağlamasındaki temel sebebin öncelikle bu hakkın kullanılmasından dolayı sorumluluk altına girecek kişinin sürekli bir dava tehditi altında kalmasının hukuka uygun olmamasından kaynaklanmaktadır. Hukuki işlem ve kuralların sürekli dava tehdidi altında olması hukuk devletinin unsurları olan hukuki güvenlik ve istikrar ilkeleriyle bağdaşmaz. Örnek vermek gerekirse idarenin işlemlerine karşı idari işlemin tebliği tarihinden itibaren başlamak üzere altmış gün içerisinde Danıştayda ve idare mahkemelerinde kişilerin İPTAL davası açma hakkı mevcuttur.

Burada 60 günlük süre kanun koyucu tarafından ‘hak düşürücü’ süre olarak eklenmiş bu hakkın belirlenen sürede kullanılmaması halinde idarenin işlemine karşı dava açma hakkının düşeceği anlaşılmaktadır. Şayet böyle bir düzenleme ile süre bakımından bir kısıtlama getirilmediği takdirde 1954 yılında Maltepe Belediye Meclisi tarafından verilmiş bir kararın veyahut İmar Planının iptali için 2024 yılında dava açılmasının ve bunun her hangi sonuca bağlanmasının hayatın olağan akışına aykırı niteliktedir. Zira bahse konu işlemin İPTAL edilmesi halinde bu süre zarfı içerisinde idarenin bu işlemine dayanan tüm izin ve faaliyetlerinde yine iptal edilmesi gerekecek olup işin içinden çıkılması imkansız hale gelecektir.

İlaveten 6098 sayılı TBK 352/1 hükmünde kiracının kiraya verene karşı, kiralananı belli bir tarihte boşaltmayı yazılı olarak taahhüt etmesi halinde, tahliye tarihinde kiracının kiralananı tahliye etmemesinden sonra kiraya verenin bu taahhüde dayanarak 1 AY içerisinde icra veya dava yoluna başvurarak kira sözleşmesini sona erdirebileceği düzenlenmiştir. Günlük hayatta ‘tahliye taahhüdü’ olarak bilinen bu uygulamada kanun koyucu kiracı tarafından kiraya verene verilmiş taahhüdün kullanımını, yani kiraya verenin sözleşmeyi sona erdirme hakkını bir aylık düşürücü sürede kullanmaya zorlamıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere bir aylık hak düşürücü süre az yukarıda izah edildiği gibi kiracıyı vermiş olduğu taahhütle / sözle sonsuza kadar bağlı tutmanın hakkaniyete uygun olmamasından doğmaktadır. Zira aksi kabul hukuki güvenlik ve istikrar ilkeleriyle bağdaşmayacaktır.

Hak düşürücü süre kavramının pozitif hukukta yer bulmaması ihtimalinin genel hukuk nizamında sorunlara yol açacağı sabittir. Peki özellikle belirli hakların kullanımında mahkemelerin usul kurallarını SIKI UYGULAMASINDAN sebeple kanun açık hükmünde düzenlenmiş hak düşürücü sürelerin adil yargılanma ilkesi kapsamında kalan ‘mahkemeye erişim hakkının’ ihlal edilmesi anlamına gelmesi mümkün müdür ?

Bu sorunun cevabının somut olaya göre değişim göstermesi mümkündür, AİHS 6. Maddesinde düzenlenen adli yargılanma ilkesi pozitif hukukumuzda da kendisine yer bulmuştur. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddiada bulunma ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla mahkemeye erişim hakkı, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün bir unsurudur. Diğer yandan Anayasa’nın 36. maddesine adil yargılanma ibaresinin eklenmesine ilişkin gerekçede, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerce de güvence altına alınan adil yargılanma hakkının madde metnine dâhil edildiği vurgulanmıştır.

Sözleşmeyi yorumlayan AİHM, 6. maddenin (1) numaralı fıkrasının mahkemeye erişim hakkını içerdiğini belirtmektedir (Özbakım Özel Sağlık Hiz. İnş. Tur. San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/13156, 20/4/2017, § 34). AİHM sözleşmede açıkça yer almasa da mahkemeye erişim hakkını adil yargılanma hakkının en temel unsurlarından biri olarak nitelendirmektedir (Roche/Birleşik Krallık [BD], B. No: 32555/96, 19/10/2005, § 117; Stanev/Bulgaristan [BD], B. No: 36760/06, 17/1/2012, § 229). AİHM, mahkemeye ulaşmayı aşırı derecede zorlaştıran ya da imkânsız hâle getiren uygulamaların mahkemeye erişim hakkını ihlal edebileceğini vurgulamaktadır (Golder/Birleşik Krallık [GK], B. No: 4451/70, 21/2/1975, § 36).

Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğü, bir temel hak olmanın yanında diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmayı ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Bu bakımdan davanın bir mahkeme tarafından görülebilmesi ve kişinin adil yargılanma hakkı kapsamına giren güvencelerden faydalanabilmesi için ilk olarak kişiye iddialarını ortaya koyma imkânının tanınması gerekir. Diğer bir ifadeyle dava yoksa adil yargılanma hakkının sağladığı güvencelerden yararlanmak mümkün olmaz.

Anayasanın 13. Maddesi uyarınca temel hak ve hürriyetlerin özüne dair yapılacak olan müdahalenin kanun tarafından öngörülme, haklı bir sebebe dayanma, ölçülülük ilkesine aykırı olmama şartlarına uygun olup olmadığının belirlenmesi gerekir. Somut olarak tartışmaya konu olan ‘hak düşürücü süre’ kavramının bu nedenler bakımından değerlendirilmesi gerekmektedir.

Hak düşürücü sürelerin kanunla düzenlendiği açıktır. Bu düzenlemenin meşru amacının hukuki işlem ve kuralların sürekli dava tehdidi altında olması hukuk devletinin unsurlarına uygun olmayacağını bu nedenle meşru amacında kabul edilebilir olduğu az yukarıda izah edilmiştir. Son olarak ölçülülük ilkesi uyarınca inceleme yapılması gerekmektedir. Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk devleti ilkesinden doğmuştur. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki ancak durumun gerektirdiği ölçüde kullanılması şartıyla haklı bir temele oturabilir. Bireylerin hak ve özgürlüklerinin somut şartların gerektirdiğinden daha fazla sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014). Ölçülülük ilkesi, öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını ve bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir.

Somut tartışma konusunda anayasa mahkemesinin bireysel başvuru kapsamında yaptığı değerlendirmelerde kişinin mahkemeye başvurmasını engelleyen veya mahkeme kararını anlamsız hâle getiren, bir başka anlatımla mahkeme kararını önemli ölçüde etkisizleştiren sınırlamaların mahkemeye erişim hakkını ihlal edebileceğini ifade etmiştir (Özkan Şen, § 52).

 Yine aynı husus üzerine AİHM ve anayasa mahkemesinin aksi görüşleri de bulunmaktadır. ”dava açma ya da kanun yollarına başvuru için belli sürelerin öngörülmesini, bu süreler dava açmayı imkânsız kılacak ölçüde kısa olmadıkça hukuki belirlilik ilkesinin bir gereği olarak kabul etmekte ve mahkemeye erişim hakkına aykırılık oluşturmayacağını belirtmektedir” (Perez de Rada Cavanilles/İspanya, B. No: 28090/95, 28/10/1998, § 45).

 Tüm bunlardan anlaşılacağı üzere müdahalenin ölçülü olup olmadığının değerlendirilmesinde hak düşürücü sürenin başlangıç tarihinin tayini ve müdahalede bulunulan hakkın içeriği ön plana çıkmaktadır. Zira idare tarafından malikin mülkiyet hakkına yönelik olarak yapılan müdahaleyi kısıtlayan süre ile kiraya verenin taahhütten kaynaklanan dava hakkını kısıtlayan müdahalenin aynı ölçüde değerlendirilmesi mümkün değildir.

Bu hususta Danıştay’ın istikrar kazanmış içtihatları gözetildiğinde ‘mülkiyet hakkının zaman ötesi niteliğine ve zamanaşımsız olmasına dikkat çekilmektedir. Danıştay On dördüncü Dairesinin 6/11/2012 tarihli ve E.2011/15162, K.2012/7461 sayılı kararında;

“..Anayasal güvence altındaki temel hak ve özgürlüklerden olan mülkiyet hakkının kullanılabilmesi için, ilgililerin, gerekli işlemin yapılmasını idareden her zaman isteyebilecekleri açıktır. Bu durum mülkiyet hakkının zaman ötesi niteliğinden kaynaklanmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin 10.04.2003 günlü, E:2002/112, K:2003/33 sayılı ve 17.03.2011 günlü, E: 2009/58, 2011/52 sayılı kararlarında da bahsedildiği üzere, hukukun genel ilkelerinden birisi de mülkiyet hakkının zaman ötesi niteliği, başka bir anlatımla mülkiyet hakkının zamanaşımına uğramamasıdır. Mülkiyet hakkının bu niteliğinden dolayı, bu hakkı ilgilendiren konularda gerekli işlemin yapılması isteminin idarece reddedilmiş olması halinde, aynı konuda 2577 sayılı Kanun’un 10. maddesi uyarınca idareye tekrar başvurulmasına ve başvurunun reddi halinde ret işlemine karşı dava açılmasına bir engel bulunmamaktadır. Her yeni başvuru üzerine idarece tesis edilecek işlem için 2577 sayılı Yasanın 7. maddesinde öngörülen 60 günlük süre içinde dava açılması mümkündür. Bu durumda; davacının mülkiyet hakkını ilgilendiren bir konuda işlem yapılması istemiyle 2577 sayılı Kanun’un 10. maddesi uyarınca yaptığı en son başvurusunun reddi üzerine süresinde dava açıldığı dikkate alındığında, daha önceden aynı konuda yaptığı başvuru tarihinde işlemden haberdar olduğu gerekçesiyle davanın süre aşımı nedeniyle reddine ilişkin temyize konu Mahkeme kararında hukuki isabet görülmemiştir…”

 Yine Danıştay on dördüncü dairesinin 24/5/2015 tarihli ve E.2013/11036, K.2015/1328 sayılı kararında ise;

“… Her ne kadar, Korunması Gerekli Taşınmaz Kültür Varlıklarının ve Sitlerin Tesbit ve Tescili Hakkında Yönetmeliğin 8/1. maddesinde yer alan; taşınmazların sit alanı olarak belirlenmesine ilişkin olarak alınmış kurul kararlarının ilan tahtalarına asılmak, belediye hoparlörüyle duyurulmak, köy muhtarlığına bildirmek ve internet sitesinden yayımlanmak suretiyle ilan edileceğine ilişkin hüküm uyarınca, taşınmazların birinci derece doğal sit alanı kapsamına alınmasına ilişkin Aydın Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 25/01/2012 günlü, 395 sayılı kararı, 07-14-21/02/2012 tarihinde belediye ses yayın cihazı ve kaymakamlık ilan tahtasında asılarak tebliğ edilmiş sayılmış ise de; dava konusu kararın, belirli taşınmazların birinci derece doğal sit alanı olarak belirlenmesine ilişkin bulunması nedeniyle, taşınmaz sahipleri için subjektif ve kişisel işlem olması, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununda bu işlemlerin ilan edileceğine ilişkin olarak bir düzenlemenin bulunmaması, sadece Korunması Gerekli Taşınmaz Kültür Varlıklarının ve Sitlerin Tesbit ve Tescili Hakkında Yönetmelikte düzenlemeye yer verilmesi ve Anayasanın idarenin işlemlerinden dolayı açılacak davalarda sürenin yazılı bildirim tarihinden başlayacağı hükmü karşısında, ilan tarihinin dava açma süresine başlangıç tarihi kabul etmeye olanak bulunmamaktadır.

 Bu durumda; dava konusu işlemin, bireysel olarak davacıya tebliğ edildiğine ya da dava dilekçesinde belirtilen öğrenme tarihinden önce, davacı tarafından işlemden haberdar olunduğuna ilişkin herhangi bir bilgi ve belgenin bulunmaması karşısında, dava dilekçesinde belirtilen öğrenme tarihine göre süresinde açılan davanın esasının incelenmesi suretiyle karar verilmesi gerekirken, davanın süre aşımı nedeniyle reddine ilişkin temyize konu İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir…”

 Üçüncü derece mahkemesinin bu kararlarının her ne kadar mülkiyet hakkının mutlak ve anayasal bir hak olması nedeni ile kişiler lehine yorumda bulunduğu düşünülse dahi E.2013/11036, K.2015/1328 sayılı kararında dikkat çektiği kişilerin idari işlemi öğrenme tarihinin ancak ‘yazılı tebligat’ ile başlayabileceği hususudur. Danıştay’ın da dikkat çektiği bu husus tam olarak yukarıda bahsedilen hak düşürücü sürenin hangi andan itibaren başlayacağının tespiti konusudur. Şüphesiz hak düşürücü sürenin işlemeye başlayacağı anın tespiti aynı zamanda tebligatın usul ve yasaya uygun olarak yapılması ile olacaktır. Zira dava açma süresinin henüz dava hakkının doğmadığı ya da hak sahibinin dava hakkının doğduğundan haberdar olmadığı ve somut şartlar çerçevesinde haberdar olduğunun kabulünü haklı kılan nedenlerin bulunmadığı bir dönemde işlemeye başlaması dava hakkının varlığını anlamsız kılabileceğinden ölçülülük ilkesini zedeleyebilir.

Ahmet Yavaş